24 Ekim 2016 Pazartesi

Mono Atomik Altın'ın Gizemleri (White Powder Gold - ORMUS)

Günümüzde bilim çok ilginç bir periyoda girmiştir ve inanılmaz derecede bir hızla yol almaktadır. Önceleri yıldan yıla yada aydan aya olan/değişen keşifler şimdilerde ise haftadan haftaya yada günden güne değişimler gösterebilmektedir. Son dönemlerde bilim adamlarının dediği şudur ki; dünün takip edilen kuralları ve kanunları şimdilerin demodeleridir ve eski araştırmacı ve yazarların yazdığı kitaplar, makaleler de artık bilim kurgu olmaktan çıkıp birer realite olmuştur. 

DNA zincirinin Amerikalı Biyolog James Watson ve İngiliz Fizikçi Francis Crick tarafından keşfinin 50. yılını çoktan aşmış bulunmaktayız.



Bilim dünyasının kilometre taşlarından biri olan bu keşfin ardından ünlü Ressam Salvador Dali de bu keşfe atfen Sürrealist bir çalışma gerçekleştirmiştir. 



Özellikle bu son dönemlerde bilim adamları büyük, en büyük soruların aslında küçük, en küçük parçacıkların derinlerine yolculukla  çözülebileceğini fark etmişlerdir. Atomlardan elektronlara, oradan protonlara, quark lara ve şu an için inilen en küçük parçacık olan  gluon lara,...

İnilen yapı taşı küçüldüğünde keşifler de o derece artmaktadır. Şu an bilim adamlarının hem fikir olduğu şey şudur ki; herhangi bir madde aynı anda iki farklı yerde bulunabilir.

Uzayda birbirinden milyonlarca ışık yılı uzaktaki partiküller birbirleriyle iletişime geçebilirler. Herhangi bir fiziksel bağlantı göremesek de bu partiküllerin iletişimi aslında  evrenin herhangi bir köşesindeki bir durumu etkileyebilir. 

Bu demek oluyor ki; uzay-zaman manipüle edilebilir, bükülebilir  veya kırılabilir. Teleportasyon bir realite olabilir. Tüm bu olası değişkenlik durumları aslında bizi paralel / çoklu evrenleri düşünmeye ve onlarla ilgili teoriler üretmeye götürüyor diyebiliriz. Şimdi tüm bu bilimsel keşifler ve günümüz teorileri ışığında yepyeni bir maddeye göz atacağız. Buna kısaca mono atomik altın  diyebiliriz. Bu beyaz toz, 24 karat altından yapılmaktadır. Altın atomları içermesine rağmen görüntüsü altından uzaktır. Asimetrik olarak deforme edilmiş yüksel spinli bir elementtir.  Çünkü elektronların nötron etrafındaki dönüşü farklıdır.

Bu mono atomik malzeme altından elde edilmesine rağmen altına hiç benzemez ve daha çok silika yapısındadır. Bilim dünyası şu konuda hem fikirdir ki; metalik yapıdaki bir elementin yapısı atomik ölçekte bozulduğunda aslında o artık bir metal değildir. Yapının metal gibi görünmesini sağlayan şey sadece atomları bir arada tutan ve katı şekli veren gluon dur. O da gidince , artık metalden bir iz kalmaz ve burada  gerçekleşen de budur. 

Bu özel madde için yaşanılan tarihin farklı dönemlerine baktığımızda levitasyon sağlayan bir güç , dönüşüm , teleportasyon gibi şimdilerin mucize yada sihir olarak tanımladığı şeyleri yapmaya yardımcı olduğu söylenmektedir. Bunun dışında onun parlak bir ışık ve ölümcül ışınlar yaydığı ve aynı zamanda da fiziksel ömrü uzatmak için bir anahtar rol oynadığı söylenmiştir. 

Antik dönemde bunun bilimsel ismi konulamamış olsa da, süper iletkenlik ve anti yerçekimi etkileri biliniyordu. Örneğin Antik Mısırda firavunların bu elementi tüketerek, kendi tanrılarıyla iletişime geçtiği, başka boyutlara yolculuk ettiği söylenmekte ve bunların hiyerogliflerde yazılı olduğu iddia edilmektedir.

-Antik Mezopotamya’da bu beyaz toz altın maddesine “shem-an-na”
-Antik Mısır’da “mfkzt” (hiyerogliflerde sesli harfler yoktur), 
-İskenderiyeliler onu kutsal sayarak “cennetten bir hediye” olarak isimlendirmişler 
-ve daha sonra 15nci yy da Orta Çağ Avrupa’sında yaşamış ünlü Fransız simyacı Nicolas Flamel bu maddeye “Felsefe Taşı “ demiştir.



BEYAZ TOZ ALTININ SİNA DAĞI’NDAKİ KEŞFİ:

1904 yılında İngiliz Arkeolog Sir Flinders Petrie Sina çölünün ortasında , Serabit dağında Antik Mısırdan kalma bir tapınak keşfetmiştir. Tapınağın içinde çok miktarda beyaz tozdan oluşan bir madde bulmuştur. Bunlar her ne kadar o dönem yakılarak kurban edilen hayvanlardan kalma olduğu sanılsa da ateşin yakıldığına dair bir kanıt yada kurbanlara ait kemik kalıntıları bulunamamıştır. Kısaca Petrie, bu maddenin ne olduğunu o dönem tanımlayamamıştır. Günümüzde yapılan araştırmalarla bunun aslında beyaz toz altın(ORMUS) olduğu kimyasal deneylerle kanıtlanmıştır.



Maalesef günümüzdeki bazı Antik Mısır hayranı araştırmacıları, bulunan bu tapınak ve beyaz altın tozuna dayanarak, Hz Musa’nın aslında Firavun Akhenaten olduğunu, İsrail Oğullarını Mısır’dan çıkardıktan sonra Sina çölünde 40 yıl boyunca kavmini manna adı verilen ve Tevrat’ta da geçen bu beyaz altın tozu ile beslediğini, bu bilgiyi Antik Mısır’da öğrendiğini ileri sürmektedir. 40 yıl süren bu vaka Kuran-ı Kerim’de Bakara Suresi 57. ve Tâhâ Suresi 80. Âyet lerinde  “Üzerlerinize bıldırcın eti ile kudret helvası indirdik” olarak geçmektedir. Kudret helvası olarak geçen bu besinin ne olduğu tam olarak şu anda da bilinmese de İslam alimlerinin farklı teorileri vardır. 

ÇİFTÇİ DAVID HUDSON’IN İNANILMAZ KEŞFİ:

1995 yılında Amerika’da , tesadüfen de olsa bir keşif gerçekleşmişti. Phoenix’ te yaşayan David Hudson bir çiftçiydi. Ancak sahip olduğu arazinin toprak yapısı yüksek oranda sodyum içerdiğinden ürün üretmekte zorlanıyordu çünkü toprağı suladığında toprak suyu çekemiyordu.  O yüzden toprağa sülfürik asit uygulayıp bu elverişsiz durumu değiştirebilir miyim diye düşündü. Bu esnada topraktan parıltılı mineraller çıktığını gördü. Ancak ne olduklarını anlayamadı. Ardından numune alıp kimya laboratuvarında incelenmesi üzere Cornell Üniversitesine götürdü ancak onlar da bu maddenin ne olduğunu anlayamamışlardı. Ardından Nötron Aktivasyon Analizi için İngiltere Oxfordshire’daki Harwell Laboratuvarı’na numune gönderdi. Ancak onlar da ne olduğunu çözememişlerdi. En sonunda Sovyet Bilim Akademisi’nden birinin yardımıyla şu ispatlanmıştı ki; bu gizemli , yanan beyaz madde tamamıyla şimdiye kadar bilinmeyen platinyum metallerinden oluşan bir cisimdi.



Devam eden araştırmalar sonucunda, bu maddeye düzenli şekilde ısıtma – soğutma işlemleri uygulandı ve yer çekimsel ağırlığındaki değişimler de ele alındı. Şu keşfedildi ki; kesin bir sıcaklıkta beyaz taneler toz halene geliyordu ve başlangıç ağırlığının %56 sına düştüğü gözlendi. Daha çok ısıtma ile 1160 C de malzemenin tekrar eski orijinal ağırlığına döndüğü gözlemlendi. Bu görünürde imkansızdı ancak tekrar tekrar yapılan deneylerde hep aynı sonuçla karşılaşıldı.

Bu şaşkınlık verici bir durumdu. Bilim adamları araştırmaya devam etmişti. Tekrar tekrar ısıtıp soğuttuklarında, özellikle soğutma prosesinde başlangıç ağırlığına nazaran %400 arttığını gözlemlediler. Isıttıklarında da durum tam tersi oluyordu. 

Numuneyi ağırlık kabından aldıklarında gördüler ki; kabın ağırlığı, malzeme içinde yokken olan ağırlıktan daha az görünüyordu. Şu görülüyordu ki; bu madde kendi anti ağırlık özelliğini  onu destekleyen diğer bir malzemeye transfer etme özelliğine sahipti. 
Ayrıca malzemenin sıfır manyetik alan ile yüksek iletkenlik özelliği de saptandı. Hem kuzey hem de güney manyetik kutupları itici özelliği vardı. 

Bu araştırma sürecinde David Hudson, Texas, Austin Bilimsel Araştırmalar Enstitüsünden Dr. Hal Puthoff ile tanıştı. Onun araştırmalarında sıfır enerji ve yerçekiminin sıfır olduğu durumda, madde iki boyutta reaksiyona girmeye başladığında(Hudson’ın numunesinde olduğu giib) teorik olarak yerçekimsel ağırlığının 4 te 9 unu kaybetmekteydi. Bu yaklaşık %44 değerindedir ve aynen beyaz toz deneyinde olduğu gibiydi.

Hudson bu yüzden Puthoff’un teorisine pratikte doğrulayan kişi olmuştu. Süper iletken duruma geçtiğinde mono atomik toz sadece başlangıç ağırlığının %56 sını koruyabilmektedir. Aynı zamanda ısıtıldığında ise sıfırdan daha az yerçekimsel etkiyi elde etmektedir. Bu noktada da ağırlık ölçer kap, boş olduğu zamandakinden daha az ağırlık ölçmektedir.

Yer çekimi, uzay-zaman olarak belirlendiğinden beri, Puthoff şunu ispatlamıştır ki; bu beyaz toz "egzotik bir maddedir" ve uzay-zamanı bükebilme özelliğine sahiptir.

Burada cismin algısal olarak başka yere gitmesinden ziyade, gerçekten de başka bir boyuta gittiğini söylemek doğru olacaktır. Uzay-zamanın belki de beşinci boyutuna. Bunun kanıtı da, malzeme görünmez iken spatula yada kepçeyle onun bulunmaya çalışılması ama orada olmaması olarak gösterilebilir. Normalde malzeme ters prosesle beraber görünmez olduğunda farklı bir pozisyonda ortaya çıkabilirdi ancak öyle olmadı. Yine aynı yerde belirdi.
Dr Puthoff bu durumu, radarlarda görünmez olan hayalet uçak durumuna benzetmektedir. 

Bu öyleyse ışık orbitinin süper iletken boyutu yada Antik Mısır Lahit kayıtlarında denildiği gibi "mfktz alanı" olarak isimlendirilebilir.

1990 ların başında, süper iletkenlik gösteren ve gizlenen bu mono atomik elementlerle ilgili makaleler bilim dünyasında çokça görülmeye başlanmıştı. Kopenhag Üniversitesi – Niels Bohr Enstitüsü, Chicago, Argonne Ulusal Enerji Departmanı ve Tennessee Ulusal Oak Ridge Laboratuvarlarında, Hudson’ın keşfettiği bu elementlerin mono atomik özellik gösteren cisimler olduğu kesinlikle doğrulanmıştır. Bu elementler altın , platinyum grupbu metaller: iridum, rodyum, paladyum, platinyum, osmiyum ve ruthenyumdur. 

Patenti alırken, Hudson bu cismi Orbital olarak tekrardan ayarlanmış mono atomik elementler (Orbitally Rearranged Monatomic Elements - ORME) olarak isimlendirmiştir veya literatürde ORMUS olarak da geçmektedir. Bu mono atomik olayını bilimsel terminolojideki ismi ise “asimetrik deforme olmuş yüksek spinli” şeklindedir. Bu cisimler yüksek iletkendir çünkü yüksek spinli atomlar enerjiyi bir noktadan diğerine hiçbir kayıp olmaksızın iletirler.

SPENCER CROSS’a GÖRE MONO ATOMİK ALTININ KİMYASAL YAPISI VE ANTİK MISIR’DA ÜRETİLİŞ AŞAMALARI:

Altının içindeki birleşik metalik bağlar kırılmaya başlandığında , yani büyük moleküler yapıdan daha küçüklerine gidilip nano partikül boyutuna inildiğinde ilginç özelikler gösteren bir maddeye ulaşılır.  Onu erittiğinizde solüsyon hoş sarı bir renge sahip olur ve bu görmeyi beklediğiniz şeydir.  Erimiş altın. Ve daha sonra bu malzemenin PH değeriyle oynayıp onu yükselttiğinizde rengi tamamen değişir. Ve devam eden bazı kimyasal reaksiyonlar sonucunda tamamen değişen bir malzemeye sahip olursunuz. Artık hem rengi hem de özelikleri tamamen değişir. Artık beyaz toz’a ulaşırsınız ve o noktada sihir başlar.  Aslında bu bulduğunuz şey; anlamlandıramadığınız şeydir. 

Şu an günümüzde de direk beyaz toz ismi yada bileşeni ile olmasa da, içeriğinde az da olsa mono atomik altın içeren bileşimleri satan firmalar vardır. Ancak burada özelikle dikkat edilmesi gereken konu içerikteki magnezyum miktarıdır. Normalde zaten yediğimiz bitkilerle belli oranda magnezyum almaktayız. Ancak bu doz yükseldiğinde vücudun elektriksel dengesi bozulabilmektedir ve bu durum kötü deneyimler yaşanmasına neden olabilir.(sinir sistemi bozulması, nefes alıp vermede düzensizlikler,…)

2010 yılında yapılan bir araştırmada, nano ölçekte altın partikülleri kullanılarak tamir etmesi amacıyla insan  kromozomlarına enjekte edildi. Her bir kromozomun ucunda telomer adı verilen kapakçıklar vardır. Bu telomerler kromozomları dış etkenlerden korurlar. Telomerase denilen enzimler de, bu kromozomları dış etkenlerden koruyan telomerleri beslerler ancak her beslemede ufalırlar. Yani bunlar dışarıdan beslenmedikçe , bir süre sonra etkileri azalır ve kromozomlara dış müdahale çok daha kolay olur. İşte bu yüzden de zaman içinde insan vücudunda yaşlanma dediğimiz şey başlar. Bu beslenmeyi dışarıdan yapılabilecek bir müdahale ile devam ettirmek mümkündür. Bunun için hücrenin içine girebilecek nano ölçekte bir yapı oluşturulması şarttır. Bu da mono atomik ölçekteki altınla mümkün olabilir. Bu sayede hücrelerin yenilenmesi ve onarılması başarılmış olur ve uzun yaşamanın sırlarından biri ortaya çıkarılabilir. Uzun yaşamayı sağlamanın dışında özellikle antik dönemlerde bu beyaz altın tozunun düzenli oranlarda tüketilmesiyle, beynin merkezi bölgesinde bulunan epifiz bezinin de(pineal gland) aktive edildiği ve bu sayede insan algılarının çok daha fazla etkin hale geldiği iddia edilmektedir.








Özelikle Antik Mısırda bu materyalin önemli olduğu aşikardır. Karnak Tapınağının duvarlarında  Sir Laurence Gardner  tarafından keşfedilen rölyeflerde buna işaret eden  pek çok sembol görülmektedir. Spencer Cross, Büyük Piramidin mono atomik altın üretmek için kullanılan adeta bir fabrika olabileceğini iddia etmektedir.




Şimdi de, Büyük Piramitte olduğu iddia edilen bu beyaz toz altını üretim aşamalarını Spencer Cross’un ağzından aktaralım:

ADIM1:
Diyagramdaki adımlarda da görüldüğü gibi önce su ve tuz kullanılmaktadır. Sonraki adımda ise bunlar karışıp çözelti haline getirilir. Ardından bir hidrolik pompa sistemi yardımıyla  bu tuzlu su karışımı yukarıya doğru pompalanır. Bu konu ile ilgili John Cadman’ın mantığa uygun teorileri vardır. Bu karışımı yukarıya pompaladıktan sonra ise elektriklenmeyi sağlamak gerekmektedir. Son yapılan araştırmalarda piramidin sol üst tarafında bakırdan yapılmış anot ve katot görevi gördüğü düşünülen bakır kancalar bulunmuştur. Bu kancalardan biri tuzlu suyla temas ettiğinde klorlu gaz elde edilir. Diğer kancayla da elektrolizden doğan sodyum hidroksit elde edilir. Bu sodyum hidroksit Kral Odasında(King’s Chamber) saklanır. Klorlu gaz ise ikinci adımda kullanılmak üzere ayrı tutulur. 



ADIM2:
Nil Nehrinden getirilen temiz su bırakılır. Ardından Adım1 de elde edilen klorlu gaz bırakılır. Su ve korlu gazın karışımdan hidroklorik asit elde edilir. Karışımdan elde edilmiş bu hidroklorik asit pompa vasıtasıyla Kraliçe Odasına(Queen’s Chamber) gönderilir. 
Şu anda elimizde ne var diye bakarsak; Kral Odasında(King’s Chamber) sodyum hidroksit ve Kraliçe Odasında(Queen’s Chamber) ise hidroklorik asit. 



ADIM3:
İlk olarak haznenin içinde altın konulur.  Tabi bu noktada yapılacak proses zehirli olabileceği için, o dönemde bunu yapanların ciğerlerini nasıl koruduğu şu an için soru işaretidir.  Yine Nil nehrinden alınan temiz su ve ayrıca saf tuz hazneye eklenir ve bunların altınla karışımı sağlanır. Kraliçe Odasında(Queen’s Chamber) bulunan hidroklorik asit salınır ve bu malzeme altın, su ve saf tuzla tepkimeye girer. Bu adımdan sonra oluşan altın artık eskisi gibi çok büyük moleküler yapıya sahip olmayan ama yine sarı rengini koruyan metalik altındır ve bu eklenen saf tuzun sayesinde 7 ye yakın kusursuza yakın bir PH değeri yakalanır.





ADIM4:
Şu an elimizde erimiş altın var ve yapmamız gereken PH değerini değiştirmek ve Kral Odasındaki(King’s Chamber) sodyum hidroksit kullanacağız. Bu sayede istenilen 10.78 PH değerine çıkaracağız. Öncelikle altın koyu kırmızıya dönüşür. Ardından mor  renge sonra da siyah ve en sonunda da beyaz renk halini alır. Tabi bu işlem tek seferde değil de bir çok kez tepkimeyle meydana gelir. Bu esnada yapıda pek çok kez erime ve kristalleşme meydana gelir ve birbirini takip eder. 





Toparlayacak olursak; geçmişten günümüze doğru geldiğimizde: 

  • Antik Mısır’daki bu toz beyaz altının tapınak çalışanları tarafından Firavun ve hanedanı için üretilip süper güçler elde etme çabaları,  
  • Yunan Mitolojisinde geçen Altın Post hikayesinde yine kadim bir sırrın korunma çabası, 
  • İsrail Oğullarının Eski Ahit kaynaklı geçmiş tarihine baktığımızda Ahit Sandığına yüklenen mucizevi işler ve "LEVİ" kabilesinin özel dini işlerde kullanılması ve sandığın havalanma yada diğer cisimlere anti yer çekimi yarattığı hikayeleri,
  • Orta Çağ’a gittiğimizde özellikle Avrupa’da tüm simyacıların öncelikle altın yaratarak ardından felsefe taşını arama çabaları
  • Son olarak yakın tarihte Nazi’lerin Ahit Sandığını arama çabaları(hatta filmlere konu olması) Yine II. Dünya Savaşı yılları sırasında Nazilerin anti yer çekimi etkisiyle çalışan uçan daire yapma çalışmaları bize bu kadim elementin her daim insanoğlu için son derece önemli olduğunu göstermektedir. 

Günümüzde de bilim dünyasının bunu teknolojik yönden yavaş yavaş kullanıma koymasının yanı sıra bazı okült grupların  hala üretmeye çalıştıkları düşünülmektedir. Yani anlaşılıyor ki; altının kendisinden gelen bu büyük gizem, gelecekte de gündemini ve sırlarını korumaya devam edecek gibi görünüyor.

18 Ekim 2016 Salı

ZAMAN YOLCUSU ZÜLKARNEYN (Dhul-Qarnayn)

Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda mitolojilerde, destanlarda, tarihi vakalarda karşımıza bir çok kahraman çıkmaktadır ve bu kahramanlar dönemin yazarlarınca ya da dilden dile halk arasındaki söylenceler yoluyla günümüze kadar taşınmıştır.

İşte bu kahramanların en göze çarpanını ve belki de dünya hayatının uzamasını sağlayan bir gizli kahramanı kaleme almak istiyorum.  Zaman yolcusu, iki bağın sahibi, çift boynuzlu “Zülkarneyn”.

Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. Zü, tanımlık (e)l ve karneyn kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Zü, sahip ve mâlik demektir. Karn ise boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir.

Zülkarneyn karakterini, kelime anlamının "çift boynuz sahibi" olması nedeniyle (çift boynuzlu miğfer takan) Büyük İskender'e veya Ebu'l Kelam Azad, Muhammed Hüseyin Tabatabaî ve Nasir Mekarim Şirâzî gibi tefsir âlimleri tarafından ve bazı Hıristiyanlarca Büyük Kiros'a atfedilir.

Kuran-ı Kerim'de  Kehf Suresi'nin Orhun Yazıtları ile olan bazı benzerliklerine dayanarak da Zülkarneyn'in Bilge Kağan veya antik çağda yaşamış bir başka Türk komutan veya Oğuz Kağan olduğu da iddia edilmiştir.

Tabi bu iddiaları öne süren o dönemin araştırmacılarının temel yaptığı hata; Zülkarneyn’i  objektif olarak dünyada bıraktığı izler vasıtasıyla aramak yerine, kendilerinin yakıştırdığı tarihi şahsiyetlerin içinde onu aramayı yeğlemeleridir. Esasında dünya mitolojileri, tarihsel, dinsel vakalar ya da etimolojik bağlantılar düzgün bir yolla takip edilirse, aslında bu kahramanın, belki de şimdiye kadar atfedilen karakterlerin hiç biri olmayabileceği gayet açık görülecektir.

Peki kimdir bu Zülkarneyn? Neden dünya tarihi içinde bu kadar önemli bir şahsiyettir ve neleri yapmak için görevlendirilmiştir? Şimdi bu sorulara Kuran-ı Kerim’de bulunan Kehf Suresinden yanıtlar aramaya çalışalım. Çünkü bu kahramanla ilgili elimizde en net ve açık bilgi Kuran-ı Kerim’de verilmektedir ve 83ncü ayetten başlayarak 110ncu yani son ayete kadar sürmektedir.

Bu ayetlerde anlatılana göre Allah Zülkerneyn'e bir mekkene vermiştir. İktidar sahibi yapmıştır, her şeye ulaşması için bir “sebep” vermiştir. Ardından Zülkarneyn ilk olarak güneşin battığı yere doğru yola çıkar. Orada güneşi sanki kara balçıkta batar gibi bulur. Orada bir kavim bulur. Allah tarafından oradaki kavmi eğer isterse cezalandırma isterse de haklarında iyi davranma yetkisi verilir. Sonra Zülkarneyn bir yol daha tutar. İki dağ arasına ulaştığında hiç sözden anlamayan bir kavim bulur. Oradaki kavim Zülkarneyn’den Yecüc ve Mecüc isimli zorba varlıklara karşı onlara yardım etmesini ister. Zülkarneyn de demir ve bakırı kullanarak bu varlıklarla o kavim arasına set çeker. Kuran-ı Kerim'deki  Zülkarneyn anlatımı özü itibariyle bu şekildedir.

Klasik görüş ile ilerleyen tefsirciler, din adamları bu vakaları hep yer yüzünde daha önce yaşamış olan ve  yukarıda belirttiğimiz bu kahramanlardan biri ile eşleştirmeye çalışmışlardır.

Günümüzde bu klasik görüşün dışına çıkarak, bu gizli kahraman Zülkarneyn’in aslında tüm olaylarının dünya dışında gezegenler arası bir boyutta gerçekleşebileceğini, Zülkarneyn’in bir zaman yolcusu olabileceğini ve Yecüc ile Mecüc’ü set çekerek engelleme vakasının yine dünya dışında başka bir gezegende olabileceğini ilk söyleyen araştırmacı İskender Türe’dir ve bu konu ile ilgili de yazdığı bir kitabı mevcuttur. Yine İskender Türe’nin bu teorilerinden yola çıkarak olaya yaklaşan, çoğu noktada onunla paralellik gösteren ancak Yecüc ile Mecüc’e settin dünya dışında değil de dünya içinde yapılan bir işlemle gerçekleştiğini söyleyen bir diğer araştırmacı ise Serhat Ahmet Tan’dır.  Bence günümüzde bu önemli kahraman ve başından geçen olayları bu tip farklı yaklaşımlarla irdeleyebilmek çok önemlidir. Bu konuda ufkumuzu açtıkları için her iki araştırmacıya da teşekkürü bir borç bilirim.

Bu iki araştırmacımızın dışında bu tarihi kahraman ve yaşadığı olaylara önce mitolojiler, ardından dünya üzerindeki etimolojik izler, yakın geçmişte gizli örgütlerin kullandığı sembol ve isimler ve yine günümüz biliminde kullanılan sembolizma ve isimler yardımıyla yaklaşan kişi de Anatula kitabının yazarı, değerli büyüğüm Olgun Aydoğu olmuştur. Şimdi Olgun Bey’in de affına sığınarak onun sürdüğü izleri takip edelim.

Latin Amerika Mitolojisi ve Toltekler;
Şu an Latin Amerika’da yer alan Meksika’nın efsanelerine baktığımızda, Toltekler döneminden kalma Quetzalkoatl isimli bir kahraman görmekteyiz. Bu kahraman, yöre halkının efsanelerine göre o bölgeye güneşin doğduğu yerden gelmiştir. Buradaki insanlara bilgiyi öğretmiştir. Bir süre orada kaldıktan sonra ayrılmıştır. Tolteklerin o dönemdeki başkentlerinin ismine baktığımızda karşımıza “Tula” çıkar. Anlamı Akdağdır ve Quetzalkoatl’ın geldiği yer manasındadır. Ayrıca kendilerinin de geçmişte oradan geldiğini ileri sürerler. Şu an günümüzde Greenland’e baktığımızda Amerika’nın Thule Air Base isimli hava üssü bulunmaktadır. Bunun dışında Antartika’da da Tula Sıradağları yer almaktadır. Bu yerlilerin başkentleri ile bu yerlerin isim benzerliği şaşırtıcıdır.


                                                                   



Yunan Mitolojisi ve Apollon;
Yunan mitolojisine baktığımızda Zeus’un Leda’dan oğlu olan Apollon’un kuzey rüzgarlarının olduğu bölgeye, küre şeklinde ışık saçan bir gemiyle seyahatinden söz edilir ve bu gittiği yerin adı Hyperborea’dır. Ayrıca şunu da not etmeliyiz ki; Yunan mitolojisinde Apollon’un diğer isimlerinden biri de “Carneus” tur ve bu ismin içinde Zülkarneyn’de bulunan  “Carn”  kökünü görmek mümkündür.



                                                                          



Kelt Mitolojisi ve Cernunnos;
Kelt mitolojisine baktığımızda ise karşımıza Cernunnos çıkar. Bu karakter efsanelerde bereket, bolluk, bahar getiren olarak betimlenir ve görselleştirmede de ağzından otlar, yeşillikler saçan bir karakter olarak çizilir. Cernunnos’un  batı dillerindeki karşılığa da Greenman'dir. Yine Latin Amerika efsanelerinde yer olarak geçen Greenland  ile Kelt efsanelerinde geçen Greenman’i ve  Tula – Cernunnos bağlantısını bu noktada görmeden geçemeyiz diye düşünüyorum. 





                                                                       


Eski Mısır Tarihi ve Karnak;
Karnak, Mısır'daki küçük bir köyün ismidir. Luksor'un 2,5 km kuzeyinde bulunan köyü hem bilim hem de turizm açısından önemli kılan en büyük özelliği tapınak kompleksidir. Her ne kadar genelde Karnak ismiyle köy değil de tapınak kastedilse de, gerçekte tapınak köyü içinde barındırmaktadır. 


                                                                  
Karnak aslında bitmemiş bir tapınaktır. Her firavun kendinden önceki firavunun yaptığı eklemelerden çok fazlasını yaparak büyük ve görkemli bir tapınak halini almıştır ve her firavun kendinden bir şeyler katmak istemiş ve böylece Karnak'ın yapımı 2000 yıldan fazla sürmüştür. Karnak Tapınağı ayrıca hem Mısır tarihi hem de mitolojisi hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca Karnak Tapınağı'nda birçok firavunun izine rastlamak mümkündür. Hem de Karnak'ta arkeologlar birçok kazı yaparak bu kazılarda önemli bulgular elde etmişlerdir. Karnak kelimesinin bu tapınağa isim olarak neden verildiğini araştırdığımızda aslında karşımıza çok net bir şey çıkmamaktadır. Kimi araştırmacılar bu ismin Araplar tarafından sonradan verildiğini iddia etse de kelimenin içindeki  "-ak"  eki  Olgun Bey’in yorumlarına göre, Proto Türkçe’den gelme bir ektir ve kelimenin anlamını birden çok olarak vermek için kullanılır. (Örneğin; yanak , şakak, dudak, akciğer,…)  Türkçe’de kelimeleri çoğul yapmak için kullanılmış bir ekin söz de Araplardan tarafından isimlendirildiği söylenen bir yerde olması çok şaşırtıcıdır. Şu da var ki; Arapça’da zaten –eyn  eki kelimeyi çift haline getirmektedir. Arapça’da  –ak  eki yoktur.  Kısaca bu Karnak kelimesinin Eski Mısır bağlantısı bir süre daha gizemini koruyacak gibi görünüyor.
Not: Proto Türkçe ile ilgili detaylı bilgi arayan arkadaşlar Kazım Mirşan'ın kitaplarından faydalanabilir.

İkinci Dünya Savaşı ve Thule Örgütü;
Klasik tarih kitaplarında bahsedilen İkinci Dünya Savaşı olaylarında Nazi’lerin Yahudi katliamı sayfalarca anlatılsa da, hiçbir zaman gizli Thule Örgütü ve Baron Rudolf Von Sebotendorf’tan bahsedilmez. Belki de gerçekten hayatı konu alınacak bir film yapılmaya çalışılsa, eminim ki büyük etki yaratacak bir yapıt olacaktır. Sebotendorf Almanya doğumlu olmasına karşın, 1900 lerin başında yolu Osmanlı İmparatorluğuna ve İstanbul’a düşer. Burada bir aile tarafından evlatlık edinilir ve ondan sonra kendisini bu ailenin soyuna bağlamaya çalışarak Baron ünvanını üstlenir. İstanbul’da olduğu sıralarda Bektaşilik, Mevlevilik gibi İslam’ın Batıni kolları içine girer ve eğitimler alır. Ardından bir Mısır seyahati olur. Orada da bir süre kalıp Eski Mısır öğretileri ile yakından ilgilenir. Bunların dışında belki de İstanbul’da inisiye edilmiş bir mason olduğu da söylenmektedir. Sebotendorf’a baktığımızda, Hristiyan kökenli ancak bunun dışında İslam’ın Batıni öğretilerini de araştırmış, bu da yetmeyip Mısır’da da kadim bilgilere elinden geldiğince ulaşmış birini görmekteyiz.

Bu farklı kollarda edindiği gizli bilgilere dayanarak gizli bir örgüt olan Thule’yi İstanbul’da kurduğu söylenir. Bu örgütün gizli doktrinleri bulunmaktadır. Ama öğrenebildiğimiz kadarıyla bu örgütün kökleri eski Cermen mitolojik hikayelerine dayanmaktadır. Bunun dışında ünlü Teozofist Madam Blavatzky’nin kaleme aldığı kitapların da etkisine girip Ari ırkı yaratma peşinde koştukları da söylenebilir. Bu bağlamda kullanılan Vril enerjisi ve gizli Vril örgütü ise başka bir makalenin konusudur.  Alman İşçi Partisi’nin temellerini, bu gizli Thule örgütünün attığı söylenir. Hitler’in hapishane yıllarında Sebotendorf’un onu ziyaret edip ona özel eğitim verdiği söylenir.

Kısaca söylemek gerekirse; Thule isimli bir örgütün kurucusunun bu kadar donanımlı eğitimden sonra Kuran-ı Kerim'i okuduğu ve oradaki bazı Batıni bilgilere de ulaşarak örgüte bu tip bir isim vermiş olması çok olasıdır. 



                                            

Günümüz Bilimi ve CERN;
1954 yılında İsviçre ve Fransa sınırında yer alan ve 12 ülkenin katılımıyla kurulmuş dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuarı bulunmaktadır.21 tam üyesi ve 2 tam üyelik adayına ilaveten, 1 de ortak (asosiye) üyesi (Türkiye) vardır. Bu merkeze “CERN” denilmektedir. Fransızcası  Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire şeklindedir.

CERN'de en önemli yer, yer altındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) denilen parçacık hızlandırıcılarının, olduğu bölgedir. Tarım arazisinin altında kilometrelerce uzanan dev makinalarda proton denilen atom parçacıkları yahut atom çekirdekleri birbirleriyle çok yüksek hızlarda çarpıştırılırlar. Örneğin özel görelilik kuramına göre LHC'deki protonlar ışık hızının %99.999998'sine kadar hızlanınca protonun kütlesi de 7000 katına (7 TeV) çıkacaktır. 1956'da kurulan 28 GeV'lik eşzamanlı proton hızlandırıcısından sonra 1976'da da 450 GeV'lik bir başka hızlandırıcı daha kullanıma girdi. 1981'de geliştirilerek çarpışma halkası olarak kullanılabilecek duruma getirilen bu cihazdan bugün, dönüşümlü olarak parçacık hızlandırıcısı ve çarpıştırıcı olarak faydalanılmaktadır. Çarpışmalar ile bazı kısa ömürlü yeni madde biçimleri bu arada parçacık fizikçilerinin ilgilendiği W ve Z parçacıkları ortaya çıkarılmıştır. 




                                                       
Burası günümüz bilim dünyası için çok önemli bir Nükleer Fizik Merkezi olmasıyla beraber isim kısaltmalarının yine “Cern” e  denk geliyor olması düşündürücüdür.  Tabi bunun dışında birkaç sene önce Merkezin girişine yerleştirilen Hint Şiva Tanrıçası heykeli de bu merkezin gizemlerine gizem katmaktadır.

Toparlayacak olursak; dünya tarihinde gerek mitolojiler, gerek dinler tarihi , gerek gizli örgütler ve gerekse de günümüz bilimini takibe aldığımızda bir şekilde THUL yada KARN köklerinden türemiş pek çok kelime karşımıza çıkmakta ve dünya tarihinin dönüm noktası diyebileceğimiz önemli olaylarının geçtiği yerlere bu isimler atfedilmektedir.

Ayrıca aşağıda da görüldüğü üzere, kısa bir "google haritalar" taraması ile, içinde THUL yada KARN kökleri içeren yerleri aramaya kalkıştığımızda ilk bakışta bu yıldızla tanımlı yerleri kolayca bulmak mümkündür.




Sanırım birileri bizim bildiğimizden çok daha fazla şey biliyor ve geçmişin o kritik izlerini günümüzde de yaşatıp belki de Kuran-ı Kerim'de de geçtiği üzere bu gizli kahramana Allah tarafından verilen iktidarın, gücün sahibi olmanın yollarını arıyor.


14 Ekim 2016 Cuma

Bilinmeyen Fenikeliler (Phoenicians)


Dünya tarihinde baktığımızda her zaman çok önemli dönüm noktaları olduğunu görürüz ve bu dönüm noktalarının etkisiyle dünya tarihinin tüm akışı değişmiştir. 

Bu dönüm noktalarından biri de; insanlığın çivi yazısı ve hiyeroglif yazı tipini bırakıp çok daha basit sembollerle yani harflerle anlaşmaya geçtiği dönemdir. 

M.Ö. 3000 lere doğru geriye gidersek, şu anki Lübnan'ın olduğu bölgede şekillenen yepyeni bir medeniyet tipi görülmektedir. Bu medeniyetin en etkin olduğu konu deniz ticaretidir. Önceleri sadece kendi ülkelerinin kıyı şeridinde başlayan ticaret zamanla tüm Akdeniz kıyılarına yayılmıştır. Bu geniş ticaret alanı yüzünden değişik medeniyetlerle kontağa geçmenin zorunluluğu sonucunda onlarla çok daha kolay bir şekilde anlaşabilmek için yepyeni bir yazı dili geliştirme ihtiyacı ortaya çıkmıştır ve bu yeni gereksinimi hayata geçiren kavim de Fenikeliler olmuştur. Şu an baktığımızda, Avrupa'da kullanılan dillerin kökeni her ne kadar Latince yada Grekçeye bağlanılmaya çalışılsa da aslında bu dillerin kökeni de Fenike dili diyebiliriz. 








Fenikelilere kavim ismini veren Yunanlılar olmuştur ve Fenikeliler ismini ilk olarak Yunanlı tarihçi Herodot kullanmıştır. Fenikelilerin kendi dillerinde kendilerine ne ad verdiği tam olarak bilinmemektedir. Kendilerini Kenaniler adıyla zikrettikleri sanılmaktadır. Kenani adı bazı araştırmacılara göre Hurrice olan bir sözcük iken bazı araştırmacılara göre de Samice bir sözcüktür ve kırmızı anlamına gelen Kenanigi'den gelmektedir. Fenikeliler adı da benzer bir şekilde Yunancada 'kızıl insanlar' anlamına gelen Phonikes kelimesinden gelmektedir. Kısaca bu etnik topluluğa Helenler Fenikeliler adını verirken Doğu kavimleri Kenaniler adını kullanmıştır. (Bu isimlendirme Eski Ahitte de geçmektedir)

Bu arada klasik kaynaklarda geçmeyen ancak günümüzde sürekli kullandığımız bazı kelimeler, direk olarak bu kültürden gelmektedir diyebiliriz. Örneğin finance(finans)kelimesinin kökeni Fenikelilere uzanmaktadır. Bunun dışında İngilizce’deki phony(düzenbaz) ,  fanatik gibi kelimeleri de etimolojik olarak bu bağlamda görebiliriz.

Yine klasik kaynaklarda pek geçmeyen ancak tarihin içinden gelme bir realite vardır. Venedikliler bilindiği üzere deniz ticareti ile uğraşan bir topluluktur ve bu ismin İngilizcesine baktığımızda karşımıza Venetians çıkar. Fenikelilerin de İngilizce karşılığı Phoenicians’tır. Telafuz ve etimolojik olarak birbirine bu kadar yakın olmaları, bu iki topluluğun kültürel bağının da olabileceğinin en büyük kanıtıdır.

Çok ilginçtir ki, Batı Medeniyetine baktığımızda kendi kültürlerini Antik Yunan’a bağlama, dillerini de Latince’den gelme şeklinde görme çabası vardır ama nedense hiç kimse Latincenin kökenini sorgulamak yada ifşa etmek gibi bir çalışmaya girmek istemez. Aslında büyük olasılıkla bunun tarihi nedeni; Fenikeliler ile Roma İmparatorluğu'nun tarih içerisinde karşılıklı verdiği büyük savaşlardan kaynaklanıyor olabilir.

Her ne kadar uzun yıllar süren savaşlar sonrasında şu an karşımızda bir Fenike topluluğu yok gibi görülse de, aslında özelikle asil, burjuva kanadının Avrupa’ya nüfuz edip, paralarının gücünü de kullanarak Kraliyet ailelerinin içine sızmış olmaları çok büyük ihtimal dahilindedir. Çünkü buna benzer örneği Mısır Hanedanlığı için de söyleyebiliriz. Eski Mısır dediğimiz kadim uygarlık yok olmuş gibi görülse de, bu kültürün ismi Avrupa’da halen yaşatılmaktadır. Örneğin Paris şehri. Aslında bu isim Per Isis’ten gelmektedir. Yani “Isis için”  olarak tercüme edebiliriz.

Bunun dışında Switzerland yani İsviçre ülkesi. Swiss, Suisse, Schwiiz, Svizzera ya da La seureIsis(Suisse) Sister of Isis(Swiss) ‘ ın kısaltılmış halidir. Bu tip bir isimlendirmenin 13ncü yy da Tapınakçıların, Avrupa içinde İsviçre’yi bir karargah olarak görmesi ve Orta Doğu ile Mısır’da edindikleri ezoterik öğreti ve sembolizma dilini bu ülkeye taşımaları şeklinde yorumlayabiliriz. 

Aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi, Tapınakçı Haçının aslında 2 boyutlu şekilde bir piramidin açılmış hali olduğu görülmektedir. Aynı sembolizma gerek Vatikan'a gerekse de Nazi subaylarının üniformalarına da nüfuz etmiştir. 




Bir başka örnek de Süveyş kanalına verilebilir. Kanalın İngilizce ismi Suez’tir ve tersten okunduğunda Zeus olarak karşımıza çıkar.



Tarih boyunca asaletin ve aristokrasinin rengi olarak kabul edilen bir renk vardır. O da "Tyrian Moru"  olarak kabul edilir.  Bu kırmızımsı mor rengin kralların, soyluların ve din adamlarının üstünden hiç eksik olmadığı söylenir.

Peki ama "Tyrian Moru"  na bu kadar atfedilmesinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde kullanılan sentetik boyalar keşfedilmeden önce bazı renkleri elde etmek son derece zor bir işti. Özellikler de bu "Tyrian Moru".  Bu kırmızımsı mor renk kabuklu deniz canlılarından elde ediliyordu.

Bu renkten 28.5 gram elde edebilmek için yaklaşık olarak 250,000 kabuklu deniz hayvanının avlanması gerekiyordu. Keşke bununla bitseydi. Sonra bu deniz canlılarının(salyangoz) tek tek ayıklanması gerekiyordu. Ardından uygulanan kaynatma işi ve diğer işlemler. Hepsi müthiş zaman alan işlemlerdi ve işlemler sırasında çok kötü bir koku çıkıyordu . Antik dönemin seyyahları bu kötü kokuyu tiksinerek anlatmışlardır. Denizden şehre yaklaşırken gelen kokudan burunları sızlayarak bahsetmişlerdir.





Tüm bu zahmetli sürece kim neden katlansın ki diye düşünüyor olabilirsiniz.

Bu zorlu süreç sonunda, Tyrian morunun fiyatı da inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Ağırlığınca altından bile daha değerliydi gramla satılan kırmızımsı mor.

Bir kez Tyrian moru ile boyanmış kumaşın bir daha solmayacağı anlatılırdı. Bu yüzden yüksek bir bedeli ödemeye değdiği söylenirdi.

Sadece çok varlıklıların gücü yetiyordu bu renkle boyanmış kumaşlar almaya. Mısır ve Pers hükümdarları, Roma senatörleri, orta çağ kralları, prensler, kardinaller...



Bu altın yumurtlayan tavuğun başında Fenikeliler vardı. Doğu Akdeniz sahillerine, bugünkü Lübnan ve Suriye topraklarında yaşayan Fenikeliler, denizcilikte başarılı ve ticaretle uğraşan bir Orta doğu halkıydı. En değerli ihraç ürünleri de kırmızımsı mor renge boyadıkları kumaşlardı. 




Ayrıca bu mor renge, günümüzde de hala Vatikan tarafından verilen önem büyüktür ve bunun da en önemli sebebinin tarihin içinde yaşanan olaylar ve geçmişten bugüne uzanan Orta Doğu münasebetleri olduğu da görülmektedir.




Kısaca özetlemek gerekirse; tarih içindeki medeniyetlerin , özelikle coğrafi konum olarak birbirine yakın olanların etkileri her zaman olmuş ve olmaya devam edecektir. Ancak buradaki en sıkıntılı nokta şu ki; tarih her zaman gücü elinde bulunduranlar tarafından yazıldığı için, bazen hakikatlere ulaşmamız çaba ve zamanımızı alabilir. Ancak bu uğurda hiçbir zaman vazgeçmeden doğru ve kesin bilgiyi elde etmek için çabamızı sürdürmeliyiz. 



13 Ekim 2016 Perşembe

Esrarengiz Taş Halkalar (Stone Circles)


Günümüzde gelişen teknoloji ile beraber üzerinde yaşadığımız gezegene dair pek çok sırrın çözüldüğünü düşünsek de aslında açıklığa kavuşturulması gereken pek çok konu vardır. Bunlardan biri de Güney Afrika’da ve Orta Doğu’da keşfedilen taş halkalar örnek olarak sayılabilir.




  • GÜNEY AFRİKA ARAŞTIRMALARI:


Güney Afrika’da bulunan taş halkaların keşfi ve araştırılması çok öncelere dayanmaktadır. İlk olarak  1891 yılında Araştırmacı ve Arkeolog James Theodore Bent at üstünde bölgede yaptığı sayımlarda bu taş halkaların sayısını 4000 civarı olarak belirlemiştir.



Ardından 1974 yılında Zimbabe’li Arkeolog Roger Summers bu sayının 20.000 civarı olduğunu belirtmiştir. 2007 yılında Araştırmacı, yazar Michael Tellinger yaptığı ilk sayımda(uydu görüntüsü ve fotoğraflar yardımıyla) bu sayının 100.000 civarı olabileceğini ön görmüş ancak 2014 yılına değin yaptığı kapsamlı çalışma sonucu bu sayının 10.000.000 dan fazla olabileceğini savunmuştur. Klasik tarih kitaplarına baktığımızda, Arkeologlar tarafından verilen raporlara göre bu yapılar o dönemin yerli insanları tarafından sığır ağılı işlevi görmesi için yapılmıştır. Yapılara baktığımızda üstü açık, herhangi bir girişi olmayan etrafları tamamen kapalı şekildedir. Belki de bu basit görünümü ve taş duvar yüksekliklerinin fazla olmaması, arkeologları bu tip bir sonuca ulaşmaya itmiş olabilir. Ancak günümüzde Michael Tellinger’ın bu taş halkalar üzerine yaptığı bilimsel araştırmalar bu yapıların aslında çok daha kompleks ve çözülmeyi bekleyen sırlar barındırdığını göstermektedir. Bunun dışında bu yapıların olduğu bölgelerde tarım için kullanılmış alanlar(teraslar) göze çarpmaktadır. Yani o bölgede bu yapıların yapımında çalışanların gıda ihtiyacını karşılamak amacıyla tahsis edilmiş yerler. Ancak işin garip tarafı şu ki; bu bölgeler incelendiğinde hiçbir kemik kalıntısına rastlanmamaktadır ve bu durum bölgenin gizemini daha da artırmaktadır.



Taş halkaların yapımında kullanılan her taş özel bir yapıya sahiptir. Taşları birbirine vurduğunuzda ilginç bir ses yaratmakta ve tınısı çok güçlü olmaktadır. Bunun dışında taşlar silikon özelliği de göstermektedir. Günümüzde bilişim teknolojisinde bilgisayar yapımında kullanılan ana malzeme silikondur. Çünkü silikonun hafızası vardır ve bir şeyler kaydedebilirsiniz.





Ayrıca taş halkaların içinde yapılan çalışmalarda görülmüştür ki; halkanın dışındaki ısı miktarı ile halkanın içindeki ısı miktarı birkaç derece değişmektedir. Bunun dışında GPS cihazları halkaların içinde sapmalar göstermektedir. Ayrıca manyetik alan ölçümü yapıldığında da halkaların içinde çok anormal değerler saptanmıştır. Her bir taş halka kendine has geometriye, şekle sahip olmasının dışında tüm halkaların birbirlerine, yine taşlardan yapılmış kanallar vasıtasıyla bağlandığını söylemeliyiz. Ancak bu kanallar ilgili bölge üzerinde yürüdüğünüzde gözle ayırt edilebilmesi çok zordur. Ancak ve ancak uydu resmi yada uçan bir araçla üzerlerinden geçildiğinde fark edebilirsiniz. Bunun sebebi ise bu kanalların üstünün çok zaman önce toprak tabakası ile kaplanmış olmasıdır. Tellinger’a göre bunun sebebi “Büyük Tufan”  ya da Semavi dinleri inanışına göre “Nuh Tufanı” dır.






Bunun dışında 2005 – 2010 yılları arasında Lydenburg bölgesinde 75,000 adet altın madeni bulunmuştur. Yani anlaşılıyor ki; bu taş halkaların aslında bu madenlerle çok yakından bir ilişkisi vardır. 


Bu ilişkiyi daha iyi anlamak için Michael Tellinger bizi, ünlü Sümerolog Zecharia Sitchin tarafından tabletlerden çevirilen ve ardından tüm dünyada yankı uyandıran Sümer mitlerine götürmektedir. Hikayeye göre yüz binlerce yıl önce Anunnakiler Nibiru isimli bir gezegenden dünyamıza gelmişlerdir. Gelişlerindeki amaç, kendi gezegenlerinde hasar gören atmosfer tabakasını onarmak için kullanacakları “altın”  elementini dünyamızdan temin etmektir. Bu temin için başlarda maden arama işini kendileri yapsa da, daha sonra iş gücünü artırmak amacıyla bizlerden de faydalanmak istemişlerdir. Tabi bu faydalanma kısmı Sitchin’in teorisine göre ilk olarak bizim DNA sarmalımızla oynayarak başlamıştır. Sitchin’e göre, o dönem ki insanoğlu bilinci düşük , maymunumsu varlıklar iken bu DNA manipülasyonundan sonra şu anki halimizi almışızdır. Ardından da binlerce yıl sürecek olan bir maden işçiliği. Tellinger’a göre bulunan bu altın madenlerinde çalışanlar, Sümer mitlerinde geçtiği gibi antik insanoğludur ve aslında dünyaya “ilk Krallık” göklerden inmiştir. Daha sonra bu yapı dünya dışı canlılardan insanlara geçmiştir.


Güney Afrika’da taş halkalar ve altın madenleri dışında çok önemli bir yapı daha bulunmaktadır. O da “Adem'in Takvimi”  dir.  Bu yapı ilk kez 2003 yılında şans eseri, kaza yapmış pilotlardan birini aramaya çıkan Johan Heine tarafından keşfedilmiştir. Heine o sırada pilotu ararken bu değişik yapıyı görünce şaşırmıştır.  Yaptığı çalışmalarda,  bölgedeki taşların rastgele değil,  dünyadaki temel ana yönlere göre ( doğu – batı – kuzey – güney ) dizildiğini keşfetmiş ve bunun dışında merkezdeki ana iki taşın da güneş ışıklarının vuruş şekline göre özel olarak yerleştirildiğini saptamıştır. Yani kısaca bu taş yapı sayesinde o dönem ki insanoğlu antik bir takvim yaratmış ve bu vasıtayla yılın aylarını ve belki de günlerini kayda alabilmiştir.




Bu özel yapının yaşını tespit edebilmek için de iki metod kullanılmıştır. Birincisi, taşların üzerinde zamanla oluşan patina tabakası. Bu tabakanın mikroskobik ölçekte gözlemlenen oluşumu bile yaklaşık 1000 yıl sürmektedir. Bu taşların üzerinde 2mm lik bir patina tabakası olduğunu düşünürsek, demek ki bu taşların konumlandırılması bin yıllar değil,  on bir yıllar mertebesindeki bir geçmişte yapılmıştır. Diğer metod ise yan yana dizili olan 3 taşın gökyüzünde Orion yıldız kuşağındaki diziliş karşılığını bulmaktan geçiyor. Hesaplamalara göre yaklaşık olarak 160.000 yıl önce Orion takım yıldızı gökyüzünde aynı dizilişi sergilemişti. Yani bu da bize bu taşların yaklaşık 160.000 yıl önce bu bölgeye yerleştirildiğini gösteriyor şeklinde bir teori üretmek mümkündür.



Yine, “Adem'in Takvimi” isimli bu yapının olduğu bölgede yapılan araştırmalarda o bölgedeki ses frekans değeri , elektromanyetik alan ve ısı ölçümlerinde inanılmaz anormallikler saptanmıştır ve bu tip araştırmalar doğrultusunda Michael Tellinger’a göre, Sümer mitlerinde ismi bolca geçen ve ANU’nun oğullarından biri olan ENKİ’nin, dünyamızda başlattığı insan yaratma aktivitesi belki de günümüzden 450.000 sene önce başlamıştı.

Kısaca özetleyecek olursak; elimizde özel içeriğe sahip bu taşlar, taşlardan yapılmış halkalar , bunların özel bir ses çıkarıyor olmaları , bölgede bulunan altın madenleri ve Adem'in takvimi verileri var diyebiliriz. Aslında tüm bu faktörler bir birleriyle bağlantılı şeyler ve umuyoruz ki yakın gelecekte teknolojinin daha da gelişmesiyle, özellikle bu taş halkaların yapılış amacı ve fonksiyonu açığa kavuşturulacaktır.


  • ORTA DOĞU ARAŞTIRMALARI:




Orta Doğu Bölgesinde bulunan taş halkaların keşfi aslında çok da uzak zamanlara dayanmaz. İlk olarak fotoğraflar 1920 lerde çekilse de görünen o ki bu taş halkaların tüm dünya tarafından bilinmesini sağlayan kişi Arkeolog ve Orta Doğu'daki Roma Tarihi Araştırmacısı David L. Kennedy olmuştur.  Kendisi 1997 yılından beri Aerial Photographic Archive for Archaeology in the Middle East (APAAME)  yani Orta Doğu'daki Arkeolojik Kalıntıların Havadan Fotoğraflanarak Arşivlenmesi isimli projeye liderlik etmektedir. Bu proje kapsamında Suriye , Lübnan , Ürdün, Suudi Arabistan ve Hatta Türkiye'nin Güney Doğu Bölgesinde de havadan fotoğraflama çalışmalarında bulunmuştur ve tüm ekibiyle beraber bu çalışmalar tüm hızıyla devam etmektedir.  




Şu an için bu dev taş halkalardan Ürdün'de 11 ,Suriye'de 1 ve Türkiye'nin güney doğusunda ise 2 tane gözlemlenip fotoğraflanmıştır. Ancak çok daha kapsamlı bir araştırma ile aslında bunların sayısının binleri bulabileceği söylenmektedir. Kennedy'ye göre bu taş halkaların yapılmasındaki bir sebep yine Güney Afrika'daki zayıf tezlerden biri olan hayvan ağılı olmaları ihtimalidir. Ancak yapılardaki mükemmele yakın derecedeki dairesellik bu tezi çürütmektedir. Çünkü sadece hayvanları korumak için yapılacak bir yapıda hangi sebeple mükemmele yakın bir dairesellik arayışına girilebilinir? 

Kennedy'ye göre yapılışları sırasında tahminen merkeze bir direk dikiliyordu. Ardından bir kişi uzunca bir ip yada halatı gergin şekilde tutarak bu merkezin etrafında tam bir tur yapıyordu ve bu şekilde düzgün bir dairesel yapı yakalanmış oluyordu. Kennedy, bir düzine insan ile bir taş halkanın yaklaşık bir hafta gibi bir sürede yapılabileceğini söylüyor. Ayrıca öne sürdüğü bu yöntem, düz olmayan engebeli yerlerdeki bozukluğu da açıklıyor, diyerek ekliyor. 




Kennedy, bu yapıların sırlarının çözülebilmesi için havadan fotoğraflanmalarından ziyade, alanda uzman Arkeologlar tarafından kapsamlı bir çalışma yapılması gerektiğini de ekliyor.

İngiltere Durham Üniversitesi'den Arkeologlar Graham Philip ve Jennie Bradbury Süriye'nin Humus kentinde yaklaşık 400 metre çapında büyük bir taş halkayı bulup inceleme şansı bulmuştu. Ancak yapı zamanla şehrin büyümesi ve gelişmesiyle yok olup gitmişti.

 Şu an için Orta Doğu'da, Güney Afrika'da Michael Tellinger'ın yürüttüğü gibi kapsamlı bir araştırma olmadığı için maalesef bu bölge ile ilgili elimizde olan veriler oldukça kısıtlıdır.

Özetle şunu diyebiliriz ki; yer yüzünde yaşayan insanoğlu teknolojinin gelişmesiyle dünya üzerindeki pek çok gizemi çözüp hatta ardından uzaya çıkmış olsa bile, sanırım yer yüzünde antik insan medeniyetinden kalma ve çözülmesi gereken pek çok sır bizi bekliyor.